Teki ve Ö-teki
Yazar: Yavuz Erten
Teki ve Ö-teki [1]
Başka Dergisi, Say:7, 2011, s.41-48.
Benliğin ortaya çıkışı ve kuruluşu, “ben-olmayan”ın ortaya çıkışı ve kuruluşu ile el ele ilerler. Benliğin tanımı ben-olmayan’a; ben-olmayan’ın tanımı benliğe dayalıdır. Psikanalitik kuramda “nesne” kavramına verilen önemin azımsanmayacak bir bölümü bu durumla ilgilidir çünkü ruhsal dünyanın (ve öznelliğin) kuruluşu başka türlüsü olamayacak şekilde içselleştirilmiş nesne ilişkilerini taban alır. Özne ve nesne’nin etkileşim ve alışverişleri, ben ve ben-olmayan’ın tanımlanması ve aralarındaki sınır ve ayrımın belirginleşmesinden başlayarak ruhsal dünyanın kuruluşunun temel eksenini teşkil ederler.
İnsan fizyo-psikolojik bir varlık olarak doğar ve gelişim ilerledikçe psiko-fizyolojik bir hale gelir. O “tabiat” olarak doğar ve öteki’yle etkileşimlerinin kurduğu zembereğin tik taklarıyla konuşan, inanan, oynayan, hayal eden, şaka yapan ve yaratan bir varlık haline gelir.
Benliğin ben-olmayan’la yani öteki ile kurduğu ilişkide edindikleri Tabiat’ın üzerine Kültür ve Medeniyet’i koyar. Ancak bu onu yaşam boyunca yaşayacağı bir kopuş, ikilik, ikilem ve çatışmaya mecbur ve mahkûm da eder. Artık kendi bünyesinin gerçekleri olan Tabiat ve Kültür ikiliği ve ikilemleri, yaşamının başlangıcından itibaren kendini içinde bulduğu ilişkisel rahimdeki (anne-çocuk matrisi) ben ve ben-olmayan ikiliği ve ikilemiyle etkileşime girer. Bu iki eksene öteki ile ilişkinin acı veren ve haz veren yönlerinin yarattığı ikilik ve ikilemin yer aldığı bir üçüncü ekseni de ekleyebiliriz. İddialı bir genellemeyle psikanalitik kuramın tanımladığı tüm gelişim ve psikopatoloji sürecini bu üç eksenin bir fonksiyonu olarak tanımlayabiliriz: 1-Ben ve ben-olmayan karşıtlığı ekseni; 2- Tabiat ve Kültür/Medeniyet karşıtlığı ekseni; 3-Acı veren ve haz veren deneyimlerin imgeleşmesine ve sonra simgeleşmesine bağlı olan “iyi” ve “kötü” karşıtlığı ekseni. Bu üç eksenin her birindeki çatışmadan dördüncü bir eksen doğar: Bilinç-Bilinçdışı karşıtlığı ekseni.
Bazı durumlarda Tabiat ve Öteki üst üste gelirler ve bunun karşısında benlik, Kültür ve Medeniyet’le özdeşleşip kendini korumaya çalışır. Ben ve öteki ilişkisi zaman zaman da haz verici deneyimlerden köken alan iyi’nin “ben”, acı verici deneyimlerden köken alan kötü’nün “öteki” olduğu bir duruma girer. Tabii bazen bunun tam tersi de olabilir.
Bütünleşme / Bütünleşememe
Olgunlaşma ve gelişme benliğin bütünleşmesiyle ulaşılan olgulardır. Yukarıda sözü edilen ikilik ve ikilemler bu tür bir bütünleşmeyi zorlaştırıcı dinamikler yaratırlar. İkilikler aynı zamanda ikilemdirler çünkü iki-liğin bir tarafını reddedip çatışmadan kurtulmaya çalışmak –yani ikiliğin yarattığı acıdan kurtulmaya çalışmak- başka bir acı yaratır. Bu “eksik kalma, bütün olamama, yarım kalma, canlı kalamama” acısıdır. Ben-olmayanın reddinde durum büyük bir yalnızlığa dönüşür. Varlık tek yüzeyli bir kâğıda benzer. Bu durum varoluşsal olarak gerçekdışı ama öznel dünyada olanaklıdır (Böyle bir durumda benlik ben-olmayan’ın var olmadığı bir evrende bulunur). Tabiatın reddinde varlığın sadece kabuğu kalır içindeki öz çekilir. Kötü’nün reddinde varlık “iyi” ama iktidarsız ve cansız bir hayale döner.
“Benlik ve ben-olmayan”, “Tabiat ve Kültür” ve “iyi ve kötü” arasındaki çatışmaları ve karşıtlıkları bir senteze ve dolayısıyla çözüme ulaştırmanın arenası benliğin öteki/lerle girdiği ilişkilerdir. Bir başka deyişle, ruhsallığın alanını kaplayan bir çatışma ve çelişki (ki bunlar bütünleşme ve sentez sorunları yaratır) ilişkisel çatışma ve çelişkilere dönüşecektir.
Kişi kendi ruhsallığında bütüne katamadığı ve inkâr ettiği yönleri ve yanlarını öteki’ne yansıtacak ve gölgesiyle kavga eder gibi onunla çekişecektir. Bu, ruhsallığın çelişkiden kurtulma çabasıdır. Ruhsallık alacalı bir durumdan tek-renkliliğe geçip huzur bulmaya çalışır. Ancak bu ruhsal işlem bir kez gerçekleştirilip ondan sonra özlenen huzuru sonsuza kadar getiren bir edim değildir. Değirmeni taşıma suyla çevirmeye çalışmak gibi yinelenmesi zorunlu ve umutsuz bir çabayı içerir. Bu sebeple benlik kendisinde istemediği özellikleri taşıyacak bir yansıtma kapsayıcısına (adeta bir çöp konteynırına) hep gereksinim duyar. Eşlerinden yaşam boyu şikâyet eden ama ayrılmaya veya boşanmaya yanaşmayan insanların önemli bir kısmı buna örnektir. Psikanalizin Sigmund Freud’dan sonraki en etkili kuramcısı Melanie Klein tarafından ayrıntılı tanımlandığı hali ile yansıtmalı özdeşleşme (projective identification) olgusu bu durumu açıklar. Yansıtmalı özdeşleşme daha çok, Klein’ın iç dünyada bir gelişim durumu olarak betimlediği paranoid-şizoid konum özeliklerine sahip bir psişik düzenektir. “Şizoid” kavramı iç dünyada yarılmışlığa işaret eder. Ruhsallıkta birbirinden ayrı duran parçalar bulunmaktadır. Klein özellikle “iyi” ve “kötü” bölünmesinin üzerinde durmuştur. “Paranoid” kavramı “yansıtma” düzeneği ile ilgilidir. Buna göre ruhsallıkta bütünleşememiş parçalardan bir kısmı dışarıya, öteki’ne yansıtılacaktır. Böylece iç dünyada – tek-liğin imkan verdiği- sahte bir bütünleşme yaşanmış olacaktır. Bunu, iç barışı ve ortak yaşamı sağlayamayan bir devletin topraklarında yaşayan insanlardan bir kısmını sınırları dışına sürmesine benzetebiliriz. O devlet bunu yaptıktan sonra huzur içinde “birlik, beraberlikten” veya “demokrasi”den söz etmektedir. Ancak bu gerçek bir olgunluk seviyesi ile ulaşılmış bir çözüm olamaz. Olsa olsa bir olgunlaşma ve huzur parodisidir.
Tekrar yansıtmalı özdeşleşme düzeneğine dönersek, bu düzeneğin en can alıcı bölümü benliğin öteki ile girdiği etkileşimsel alanda ortaya çıkar. Yarılmış iç dünyanın bir bölümü öteki’nin iç dünyasına yansıtılmış ve ilişkisel alandaki bazı baskılar ve manipülasyonlar ile onun bunlarla özdeşleşmesi sağlanmıştır.
Adam karşısındakine “sen bana kızgınsın!” der. Öteki “hayır, nereden çıkarıyorsun” diye yanıt verir.
-Yok yok kızgınsın.
-Hayır yahu.
-Bana yutturamazsın.
-Hayır dedim ya.
-Neden sesin öyle dik dik çıkıyor o zaman?
-Hiç de dik çıkmıyor.
-Neden açıyorsun gözlerini kocaman kocaman?
-Eee başlarım senden de kızgınlığından da…
-Gördün mü bak ben zaten biliyordum bana kızgın olduğunu…
-Lanet olsun sana be.
Yansıtmalı özdeşleşmenin önce “yansıtma” bölümü yapılmış, sonra da “özdeşleşme/özdeşleştirme” kısmı tamamlanmıştır. Öteki, ruhsallığın istenmeyen tarafını devralmıştır. Üstüne yansıtılanı belli bir süre kabul etmek istememiş ancak sonra iltihaplanmış ve yansıtmayı yapanın ruhsallığındaki taraflardan biri rolüne girmiştir. Burada “özdeşleşme” kavramının hem benlik hem de öteki için geçerli olduğunu söylemek gereklidir. Öteki kendisine yansıtılanla özdeşleştiği kadar, yansıtan da –ilişkisel olarak gerçekleştirilen bu işlemle- ruhsallığında sağlaması yapılmış bu rol dağılımı içinde kendine ayırdığı rol ile bir daha özdeşleşir.
Yukarıda yıllarca eşlerinden şikâyet eden ama bir türlü ayrılmaya yanaşmayan insanlara değinmiştik. Bu duruma, ruhsallıkta böyle bir yarılma ve çatışma halinde ortaya çıkan bir “yansıtmalı özdeşleşmeli ilişki bağımlılığı” adını verebiliriz. Böyle bir ilişki neye benzer? Varsayalım ki kişi hayati işleve sahip organlarının bir kısmını karşısındaki insanın vücudunun içine yerleştirmiş (organları kapsayan bir taşıyıcı annelik gibi). Örneğin bir akciğeri kendi vücudunda ancak diğer akciğeri öteki’nin vücudunda…Öteki’nin vücudundaki bu akciğere kendi vücudunun dışına çıkan çeşitli damarlar ve borularla bağlı olsun…Öteki’nin vücuduna bu bağımlılığı bir böbrek hastasının diyaliz makinesine bağımlılığına benzetebiliriz. Böyle bir durumda kişi kendi bedeninde olmayan bir organ/alet/işleve bağımlıdır. Hiçbir yere gidemez. Öteki’nin gitmesi halinde de yaşamsal olarak zor duruma düşer.
İç dünyasında belli ruhsal organları veya bu ruhsal organların “tekini” tutup, diğerlerini, diğer “tek-lerini” öteki’nin ruhsal bünyesine gönderen ve onların orada kalmasını sağlayan kişi, öteki ile bu ilişkisinde bağımlı durumdadır. Kendisi gidemediği gibi öteki’nin de gitmesine izin vermez.
Bu türde ilişkiler hiç mi bitmezler? Tabii ki biterler hatta bazen inanılmaz şekilde çabuk ve duygusuzca bitebilirler. Öteki-liğin bu işlevini yani “yansıtılanları –özdeşleşerek- taşıma işlevini” gören yeni insanlar bulunca eski ilişkiler kolayca bitebilir. Bu durumu anlamak için burada belirleyici olanın öteki’lerin kişiliği ve kim-liğinden ziyade bu tür bir ilişki kipinin karakteristik özelliği olduğunu hatırlamak gereklidir. Böyle ilişkilerde benlik belli bir öteki’ne bağımlı olmaktan ziyade onunla kurulan “yansıtmalı özdeşleşmeli ilişki kipi”ne bağımlıdır. Nesneleri değişebilir; yer değiştirebilir; ancak benliğin onlarla kurduğu ilişki değişmez. Yukarıdaki benzetmemizi sürdürürsek diyaliz hastası “belirli bir diyaliz makinesi”ne bağlı olmaktan ziyade diyaliz işlemine bağımlıdır. Belli bir zaman ve yer kesişmesinde orada yer alan belli bir diyaliz makinesi bu işlevi gördüğü zaman hasta bağımlı ilişki kipini o makineyle yaşar. Ancak belli sebeplerden makine değişmek zorunda kaldığı zaman aynı işlevi gören bir başka diyaliz makinesine rahatlıkla geçiş yapabilir.
Bireysel ruhsallıkta izini sürdüğümüz şeyleri anlamanın ve açıklamanın daha kolay bir yolu bu tür dinamikleri büyük ölçekli ruhsallıklarda yani toplumsal olaylarda özümsemektir. Kendi Tabiatlarında günah gördükleri şeyleri ve grup kimlik ve kişiliklerinde “utanç, zayıflık, suçluluk, yetersizlik” olarak yaşadıkları şeyleri ben-olmayan’a, öteki’ne yansıtanlar bazen toplu galeyanlara gelip ötekileri keserek, yakarak ve parçalayarak bu özelliklerinden kurtulacaklarını zannederler. Ancak bir zaman sonra her şey aslına rücu eder. Tüm utançlar, suçluluklar, günahlar ve zayıflıklar kafileler halinde geri döner ve sınır kapılarını zorlarlar. Yani yansıtılanlar ruhsallığın anavatanına geri dönerler. İstenmeyen duygular tekrar ortaya çıkmaya başlayınca yeni temizlik harekâtları için yeni suçlular, hainler ve dolayısıyla kurbanlar bulunur. Çoğunlukla da eski işbirlikçiler ve cellâtlar yeni hainler olarak tanıtılır ve kurban haline getirilirler. Bu tür temizlik operasyonları (etnik temizlikte olduğu gibi) toplumsal arınma çabaları gibi görünse de aslen ruhsal ikilik ve çatışmalardan kurtulma harekâtlarıdır. Eninde sonunda bir şiddet sarmalına dönüşürler çünkü gölgeleri kesmek, parçalamak ve onlardan kurtulmak mümkün olmayacağı için, temizlik harekâtları hep yine ve yeniden cellatlar ve kurbanlar yaratacaklardır.
Gelişim – Psikopatoloji İlişkisi
Yukarıda, dört eksenli fonksiyon anlatılırken psikanalizin üzerinde durduğu iki olgunun altı çizilmiş oldu: 1-Gelişim ve 2-Psikopatoloji. Bu iki olgunun psikanalitik olarak ilişkilendirilmesiyle ilgili, derinliği ve genişliği neredeyse sınırsız şeyler söylenebilir ve yazılabilir çünkü yüz küsur senelik psikanaliz literatüründeki önemli yüzlerce yazar ve onlarca ekolün irdelediklerinin büyük bir çoğunluğu hep bu iki olgunun arasında kurulan ilişkilere ayrılmıştır.
Yukarıdaki paragraflarda özetlenen, benlik ve öteki arasındaki sınırların belirsizleşmesi ve/veya yansıtmalı dinamiklerin öznellikte bütünleşmeyi engellemesi özelliğine sahip dinamikler patolojik durumlara yönelik çıkarımlar yaptırırlar. Klinikte karşılaşılan pek çok sınır durum veya psikotik tablo bu şekilde açıklanmakta ve anlaşılmaktadır. Ancak bununla birlikte bu dinamiklerin insan ruhsallığında temel bazı işlevlere sahip olduğunu da hatırlamak gerekir. Örneğin yansıtma ve yansıtmalı özdeşleşme (ve tabii ki bunlarla birlikte, “içe alma” (introjection) ve “içe almacı özdeşleşme” (introjective identification) ) insani iletişim ve ilişkinin temel özellikleri açısından kurucu özellikler gösterirler (Rosenfeld, 1987).
Yazının önceki bölümlerinde tanımlanan yarılmış ve yansıtmalı özellikler patolojik özelliktedirler. Ancak bu patoloji tanımlaması erişkin ruhsallığı norm alınarak yapılmış bir tanımlamadır. Gelişimin bir noktasında norm olmayan bir şey başka bir noktada norm (ve normal) olabilir. Yazının önceki bölümlerinde tanımlanan dinamiklerin erken çocukluk döneminde –özellikle yaşamın ilk yılında- norm özelliği taşıdığını ve de norm-al olduğunu söylemiz gerekir.
Sigmund Freud’un kavramı “yardımcı benlik” (auxilliary ego); Bion’un tanımladığı “anneye özgü düşlemleme” (maternal reverie) ve bu kavramın kapsamındaki alfa ve beta elementleri ve alfa işlevi; Kohut’un “kendiliknesnesi işlevleri” (selfobject functions), Winnicott’ın “anne-çocuk birimi” (mother-infant unit) ve Stern’ün “duygulanım uyumlanması” (affect attunement) kavramlarının ışığında, erken dönem dinamiklerindeki ben ve öteki etkileşimlerini, yetişkin dünyasının normallik sınırlarını ölçü alarak değerlendiremeyiz (Fonagy ve Target, 2003).
En erken zamanlardaki bu ben ve öteki sınır belirsizlikleri ve ruhsallıklarının birbirlerinin uzantısı gibi oluşları öznel dünyanın tarih-öncesi veya bilinç-öncesi’dir. Bu çok özel ve fantastik dünyanın yetişkinlikle birlikte bittiğini ve yerini sınırları net Kartezyen bir bilincin aldığını söyleyebiliriz. Ancak klasik kuramın “yapısal gerileme” (structural regression) olarak adlandırdığı süreçle ve düşler ve belirtilerin ortaya koyduklarıyla, bu dünyanın, ruhsallığın tabanında varlığını sürdürdüğünü görebiliriz. Analitik ortamda, bu dinamiklerin, kuantum bir zaman anlayışıyla, yetişkinlik anlarıyla birlikte kendi özgül zamanlarını yaşamakta oldukları gözlenmektedir [2].
Öyle görünüyor ki patoloji açısından belirleyici olan, bu tarih-öncesi veya bilinç-öncesi’nin ruhsallıktan silinmesi veya varlığını sürdürmesi değil, onu reddetmeyerek onunla ilişkiye girmeye devam eden ve onu dönüştüren bir yapının olup olmamasıdır. Bu bizi, Bion’un “kapsama” (containment) ve beta elementlerinin alfa elementlerine dönüştürülmesi ve Kohut’un “dönüştürmeli içselleştirme” (transmuting internalization) gibi kavramlarına yöneltir.
Bu kavramlar benlik ve öteki arasındaki ilişkide “zihnin”, “ruhsal aygıtın” ve/veya “kendiliğin” (self), “öteki’nin (öteki-lerin) katkısıyla oluşan melezleşme”yle kurulduğunu gösterir. Bu melezleşme, ağaçlarda yapılana benzer, “yapısal”, “verili olan”ın üstüne bir “aşılama” ile oluşur. Ben öteki’yle aşılanır.
Bion (1959 ve 1962) yaşamın erken döneminde yansıtmalı özdeşlemenin bir gereksinim olduğunu belirterek, bebeğin sindiremediği deneyimleri bir kapsayıcıya yani anneye yansıtarak ve onda kendisindekine benzer duygulara dönüşmesini sağlayarak, bunlara tahammül etmesini ve anlama dönüştürmesini beklediğini söyler. Anneden geri alıp içselleştireceği şey, bu anlam ve anlamlandırma süreci / işlemidir. Bion’un “deneyimden öğrenme” dediği budur. Bebek anneyle ilişkisinde hem kendi deneyiminden hem de annenin deneyiminden öğrenir.
Kohut (1977) normatif narsisistik gereksinimleri kendiliknesneleri (kendiliğin erken gelişim dönemlerindeki anne ve baba işlevlerinin imgeleşmesine verilen isim) tarafından karşılanan çocukların bu gereksinimlerinin karşılanmasıyla ilgili gelişim süreci içindeki aksamaları tanımlar ve sonradan bu aksamaların giderilmesiyle, onarım süreçlerini nasıl içselleştirdiklerini betimler. Bu onarım süreçleri içselleştirildikçe kendiliknesnelerine arkaik bağımlılık azalır. Çocuk bir “dönüştürmeli içselleştirme” ile kendiliknesnesi ve kendi yapısının melezliğinde, narsisistik kırılmalarına karşı bir dayanıklılık ve esneklik edinmiştir.
Bu iki psikanalitik kuramda da işaret edildiği üzere, gelişimin bu erken aşamalarında (veya onların, çeşitli sebeplerle yaşamın ileriki dönemlerinde tekrar merkezi deneyim haline gelmelerinde) ben ve öteki arasındaki sınırların belirsizleşmesi vardır. Ruhsallık geliştikçe ve zihinsel/düşünsel süreçler olgunlaştıkça, öznellik kendi sınırlarını belirginleştirir. Artık kendine döner, kendi merkezinde toplanmaya başlar. Artık sürekli kendi içinden kaçmak veya kendi içindekileri dışarıya sürmek zorunda değildir. Kendisi ve sürdükleri bir araya gelirler. İç dünyası çoğul ama iletişim içindedir.
Bion (1962) uygun bir kapsayıcı eksikliğinin yansıtmalı süreçleri nasıl sürekli hale getirdiğini anlatır. Yansıtmalı özdeşleşme bir “boşaltma”ya dönüşmüştür. Ruhsallık fakirleşir; düşünce süreçleri gelişmez. Yansıtmalı özdeşleşmelerin yöneltildiği ötekiler gitgide şiddetlenen duygusal yükü kapsayamaz ve dönüştüremezler. Bunun sonucunda özne tarafından geri alınan ve tekrar içselleştirilen deneyimler ve duygular özneye yönelik saldırılar olarak algılanır. Ruhsallık şiddetli bir sarmala girmiştir. Bu sarmaldan kurtulmak için yaptıkları onu ötekilerle ilişkisinde daha ciddi çatışma ve gerginliklere sürükleyecektir.
Eşduyum ve Öznellikler-arasılık
Yansıtılanların ruhsallığa –saldırganlar olarak değil, “deneyimden öğrenme”ler olarak- geri dönmeleri ruhsal dünyayı yapılandırır ve sembolik düşüncenin ve “üstüne düşünme kapasitesi”nin (reflective thinking) temelini atar.
Öteki’nin iç dünyasına yansıtmalı özdeşleşmelerle yönelmekten geri dönüş, paradoksal şekilde öteki’nin ruhsallığını görme ve anlama kapasitesine imkân tanır çünkü öznelliğin yapılanması aynı zamanda öznellikler-arasılığın da (intersubjectivity) yapılanmasıdır. Özne artık öteki’ni yansıtmalarla işgal etmez, insani eşduyumun (empathy) ve öznellikler-arası duyuların yardımıyla onu içeriden anlar. Eşduyumun temelinde de bir tür yansıtmalı özdeşleşme vardır ancak bu tür olgularda yansıtmalar ve içe almalar birbirlerini beslerler. Özne kendi deneyiminden kıyas alarak karşı tarafın deneyimini anlamaya çalışır.
Eşduyum, özü yansıtma düzeneği olan“akıl okuma”dan (mind-reading) çok farklıdır. Akıl okuma yansıtmalarla şekillenen işgal harekatıdır (Kızgınlığını öteki’ne satmaya çalışan adam örneğini hatırlayalım: “Biliyorum bana kızgınsın”; “gördün mü bak…biliyordum bana kızgın olduğunu”). Eşduyumsal özne her şeyden önce karşı tarafın ayrı bir ruhsallık ve olduğunu kabul eder ve ona yönelttiği ruhsal hamlenin sadece bir “girişim” veya bir “davet” olduğunu bilir. Öteki’nin ruhsallığına yönelik bu tür işlemlerde, akıl okuma veya benzeri saldırılarla eşduyumun farkını anlamak için kilit kavram “niyet”tir. Eşduyum öteki’ne ilgi gösterir ve onu merak eder. Yansıtmalı özdeşleşmeden oluşan işlemlerde merak yoktur. Yansıtan kişi, öteki’nin iç dünyasının içeriğinden, onun ruhsallığında ne olup bittiğinden son derece emindir.
Bu derece emin olmayı sorgulatan herhangi bir şey öfkeyle karşılanır çünkü yansıtmalı özdeşleşmelerin temelde amaçladığı “kontrol”dur. Yansıtmalı özdeşleşme nesne’yi (ve nesnenin yansıtılması olarak öteki’ni) kontrol eder.
Yansıtmalı özdeşleşme etkinliğinin azalması ve paranoid-şizoid konumdan depresif konuma geçilmesi sonucunda ruhsallık öznel bir derinlik ve genişlikle ortaya çıkar. Bu bir özgürlüktür. Hegel’ci bir bakış açısıyla söylersek, “kontrol edenin” de “kontrol edilen” tarafından “kontrol edildiği” konumun dışına çıkmaktır. Öteki’nin ruhsallığına (ruhsal yaşam alanına) verilen özgürlük ile özne özgürleşir. Öteki ile gerçek karşılaşma işgal ve kıyım/kırım değil buluşma’larla olur.
Kaynaklar:
Bion, W. R. (1959). Attacks on Linking, International Journal of Psychoanalysis, 40:308-15.
Bion, W.R. (1962). Learning from Experience, London: Heinemann.
Fonagy, P. & Target, M. (2003). Psychoanalytic Theories. Perspectives from Developmental Psychopathology, London: Routledge.
Kohut, H. (1977). The Restoration of the Self, New York: International Universities Press.
Rosenfeld, H. (1987). Impasse and Interpretation, London: Tavistock Publications.
[1] Sosyal bilimlerin değişik dalları ve yazarlarında “öteki” kavramının farkı kullanımları göze çarparken bu yazıda “ben-olmayan” ve “öteki” eşanlamlı olarak yer almışlardır. “Özne ile nesne karşıtlığı” her zaman “ben ile ben-olmayan karşıtlığı” ile aynı anlama gelmese de, bu yazının bağlamında bu iki karşıtlık paralel olarak kullanılmışlardır. Yazıda “ben” ve “benlik” kavramları eşanlamlıdırlar.
[2] Bion’cu bir bakış açısıyla eklememiz gerekirse: “Üstüne düşünme” (reflection) özelliğine sahip düşünceler bedensel kökenlerinden bağımsız görünseler de, dönüşmeden önceki hallerinde “bedendüşünce”ydiler. “Bedendüşünce”den “Düşlemdüşünce”ye ve sonrasında “Üstünedüşünme”ye dönüşürler. Bu dönüşüm bir kez olup sonra ortadan kalkan bir işlem değildir. Ruhsallık geliştikçe ve zihinsel/düşünsel süreçler olgunlaştıkça, zihinsel etkinlikte alfa elementleri hâkimiyeti artar ancak bu durum, beta elementlerinin ortadan kaybolduğu anlamına gelmez. Ruhsallığa yeni “bedendüşünce” tohumları düşmeye devam ederler ve” düşlemdüşünce” ağları onların bir kısmını kelebekler gibi avlamaya ve “üstünedüşünme” formlarına dönüştürmeye çalışır. “Bedendüşünceler”in hayvani tarafları onların diğer hayvanların “bedendüşünceleri”yle kuvvetli etkileşimlere girmesine neden olur. Analitik ortamdaki sezgiler; hiss-i kable’l vuku; bilinçdışı haberleşmeler, vs bu duruma örnek teşkil eder. Analitik ortamın öznelliklerarasılığında bunları yakalayan ve okuyan ağlar “ön-bilinçli düşlemdüşünceler”dir. Analitik çalışma “düşlemdüşünceleri” yorumlarla “üstünedüşünme”ye dönüştürür.